'Suriye’yi yeniden okumak'
Bazı hoca efendiler (!) “mücbir sebepten dolayı” der ve verir fetvayı! Bazı cemaat liderleri de “defakto bir durum var” der basar fetvayı! Bazı örgüt liderleri de “konjonktürel şartlardan dolayı” der ve verir onayı, verir gazı!
İfade etmek istediğimiz o ki; halkının çoğunluğu Müslüman olan bir ülkede yönetim gayri İslâmi ise silahlı kalkışma ile rejim değiştirme teşebbüsünde bulunmak mümkün mü? Aslında böyle bir soru sormak bile absürttür, abesle iştigaldir. Zira her Müslüman ilmihal bilgisi olarak bunu bilmesi vaciptir, bilmek zorundadır.
Somut örnekle konuya girecek olursak: Osmanlı İmparatorluğu dağıldıktan sonra ümmet ulus devletlere bölünmüş oldu. Bu devletler yönetim itibariyle dini değerlerden inhiraf etmişti. Türkiye’nin kurucu iradesi yani Mustafa Kemal ve avanesi yönünü Batı’ya çevirip, “Hedefimiz Batı’nın muasır medeniyet seviyesine ulaşmaktır, emelimiz Batı’nın çağdaş uygarlık seviyesine varmaktır” kabilinden sözlerle seküler bir yönetim tesis etmiş oldular. “Din elden gidiyor” endişesiyle yer yer düşük yoğunlukta ayaklanmalar olsa da, bunlar kanlı bir şekilde bastırıldı. Ayrıca münferit olarak muhalif görülenler üçer beşer toplanarak yargısız infazlarla darağaçlarında asıldılar. Elbette bu menfur uygulamalar için göstermelik ve seyyar İstiklâl Mahkemeleri de kurmuşlardı! Gerekçeli kararları: “Laik rejimi yıkarak yerine şeriat düzeni kurmak amacıyla (cürüm işlemek maksadıyla) teşekkül oluşturmak.” Böyle bir teşekkül oluşmaması için ise çok yönlü ön tedbirler alıyorlardı. Müslüman halk potansiyel düşman görüldüğü için dinsizleştirme politikalarını devreye soktular. Batı medeniyetine ulaşma ve adapte olma uğruna halka metazori olarak gâvur şapkası taktırmaya teşebbüs ettiler. Karadeniz halkı şapka takmayı ve dinden inhiraf etmiş bir rejime asker olmayı reddedince Karadeniz açıklarına Hamidiye gemisi gönderildi ve top atışlarıyla Rize ve Trabzon halkı sindirildi. Yoğun top atışları sonucu halk, (sonradan darb-ı mesel hâline gelen) şu meşhur sözü söylemişti: “Atma Hamidiye atma, şapka da giyecok, asker de olacok.”
Baskı ve sindirme politikaları ile yetinmediler, ardından dinî eğitim ve şeri mahkemeler lağvedildi. Her alanda Batı yaşam biçimi Müslüman halkımıza empoze edilmeye çalışıldı. Başta okullar olmak üzere devletin bütün kurumlarında başörtüsünü yasakladılar. İlkokul kitaplarına bile tesettür kıyafeti ile Batılı kadın kıyafeti fotoğrafları yan yana koyularak birine “çağdışı” diğerine “modern” isimleri verildi. Mustafa Kemal, laiklikle ilgili demeçlerinden birinde, “Gökten indiği sanılan dogmalarla bu ülke yönetilemez. Biz ilhamlarımızı gaipten ve göklerden değil, doğrudan hayattan ve ilimden aldık” diyerek seküler yani din dışı düşüncesini ibraz etmekteydi. (Bu sözler Atatürk’ün mozolesinin üzerinde yazılı olarak bulunmaktadır.)
O yıllarda ağızlarına pelesenk yaptıkları “Din terakkiye manidir” teranesi ile adeta mukaddes dinimize savaş açmışlardı. Yine o despot baskıların uygulandığı dönemde Milletvekili olan Kemalettin Komu şu şiiri ile yüce yüce dinimizi alçakça bir tutum içerisinde alay konusu yapmıştı: “Ne örümcek, ne yosun. Ne mucize, ne afsun. Kâbe Arabın olsun, bize Çankaya yeter.”
Yine o karanlık dönemde aydın diye bilinen bayan Halide Edip Adıvar şu sözleri söylüyordu: “Öyle bir din istemem Arap felsefesinden, bana bir din yarat Türk’ün nefesinden.”
Biraz uzattık, biliyoruz ama kısaca ifade edecek olursak, bazı ülkelerde Türkiye ‘de olduğu gibi bu denli bir baskı ve bu denli dinsizleştirme politikaları uygulanmıyordu. Konumuz Suriye olduğu için oradan örnek verelim. Suriye’de Arap milliyetçiliğini esas alan kendine özgü Sosyalist Baas rejimi vardı. Fakat buna rağmen halkın dini eğitimine ve kılık kıyafetine karışılmıyordu. Özellikle oğul Esat döneminde Suriye Anayasası’na Hanefi mezhebine ait aile hukuku yerleştirilmişti. Evlenme, boşanma, miras ve teaddüdü zevcat yasal olarak yürürlüğe sokulmuştu. Kimsenin kılığı kıyafeti ile uğraşılmıyor ve mütedeyyin insanlar sürek avına tabi tutulmuyordu. Buna rağmen genel anlamda, yani total olarak ifade edecek olursak Suriye İslâmi yasalara göre yönetilen bir ülke değil elbette.. Peki girişte ifade ettiğimiz gibi sadede gelecek olursak, bu durum karşısında Suriye’nin Müslüman halkı mevcut Sosyalist Baas rejimini yıkıp yerine İslâmi yasalara uygun bir devlet düzeni kurmak için silahlı kalkışma yapabilir mi? Veya bunun başka bir yolu yok mudur?
Yine somut örnek vererek yolumuza devam edelim: Yıl 1982, Suriye’nin Hama kentinden bir heyet, kendilerini “İhvan-ı Müslimin” (Müslüman Kardeşler) üyesi olarak tanıtıp merhum Erbakan Hocamız’ın huzuruna çıkıyorlar. Hal hatır sormalardan sonra Suriye’deki mevcut rejimin İslâmi bir rejim olmadığını, İslâmi yasalara göre yönetilmeyen bir toplumda Müslümanların mahkum hükmünde olduklarını ve bu mahkumiyetin sona ermesi için mutlaka silahlı bir kalkışma ile rejimin yıkılması gerektiğimden dem vurarak merhum Erbakan Hocamız’dan adeta fetva istiyorlar. Erbakan Hocamız huzurundaki bu heyete gayet net bir şekilde, düşüncelerinin yanlış olduğunu belirterek, asla böyle bir kalkışmaya teşebbüs etmemelerini salık verip sonucunun felaket olacağını dile getiriyor. Söz konusu heyet büyük bir hayal kırıklığı içerisinde merhum Erbakan’ın huzurundan ayrılıp soluğu doğru Tahran’da İmâm Humeynî’nin huzurunda alıyor. İran’da henüz çok kısa bir süre önce, yani üç yıl öncesinde devrim olmuştu. Heyet büyük bir umut içerisinde fetva almayı beklerken merhum Humeynî onlara, “Bakın biz de devrim yaptık bi iznillah; ancak biz bu devrimi silaha sarılarak, kan dökerek değil; Şah’ın askerleri bizim nümayiş yapan kadınlarımıza ve gençlerimize kurşun sıkıp ateş ederken bizim kadınlarımız onlara çiçek atıyordu, karanfil atıyordu. Silahla, kanla, terör ve anarşi ile devrim yapmak İslâm fıkhına göre caiz değildir. Gidin halkınızı irşad edin, aydınlatın, bilinçlendirin. Milyonlar hep birlik ayağa kalktığında rejimler kendiliğinden yıkılır ve zalim yöneticiler kaçmaya yetiştiremez. Nitekim İran’da devrim böyle oldu. Milyonlarca halk sokağa dökülünce Şah ve avanesi kaçmaya yetiştiremedi. Şah Muhammed Rıza İslâm ülkelerinin başındaki yöneticiler arasında en güçlü olanıydı, hepsinden fazla desteğe sahipti; ama bizim milletimiz kıyam etti ve İslâm’ı istedi ve Allah-u Ekber feryadıyla güçlü görülen, yıkılmaz sanılan Şah’ı Allah Teâlâ’nın yardımıyla devirip ortadan kaldırdı. Biz haykırıp feryat ederek Şah Rıza’yı bi iznillah İran’dan kovduk. Biz onu silahla mı, tüfekle mi kovduk sanıyor sunuz? Bağırarak, feryat ederek Allah-u Ekber’lerle kovduk. Beyinlerine o kadar Allah-u Ekber balyozu çarptı ki neye uğradıklarını şaşırıp dehşete kapılarak kaçtılar bu memleketten. Sizden ricam sakın ola ki silaha sarılmayın, bunun çok ağır bedelleri olur. En katı, en acımasız muameleye uğrar tankların, topların hedefi olursunuz.”
Evet; merhum Erbakan ve merhum İmâm Humeynî hemen hemen benzeri nasihatlerde bulunup Suriye’den gelen heyeti memleketlerine geri gönderdiler. Ancak maatteessüf ki, bu heyet Suriye’ye geri döndüğünde kendi aralarında yaptıkları istişareden sonra silahlı kalkışma için karar alıyorlar. (Sonradan öğrendiğimize göre bu heyet önce “İhvan-ı Müslümin”in merkezi olan Mısır’a da gidiyor ve oradan fetva alamayınca Türkiye ve akabinde İran’a gidiyorlar.)
Nihayetinde söz konusu örgüt elemanları tedarik ettikleri ufak çaplı silahlarla bir gece ansızın emniyet birimlerine, karakollara ve kamu binalarına saldırıyorlar. Bu merkezlerde ellerine geçirdikleri insanları sorgusuz sualsiz hemen infaz ediyorlar. Derken kısa bir süre içerisinde Hama kentini tamamen ele geçiriyorlar. Ardından da şeriatı ilan ediyorlar. Fakat çok geçmiyor ki, bütün şehir tank birliği tarafından ablukaya alınıyor. Baştan eylemcilerin teslim olması çağrısı yapılıyor. Eylemciler ısrarla teslim olmayacaklarını bildirince hükümet ateş emrini veriyor ve Hama şehri acımasız bir şekilde ölüm kusan tank ve topların hedefi oluyor. Sonuç 30 bin dolayında ölü ve enkaz yığınına dönmüş koskoca bir şehir... (2009 yılında Suriye’ye gittiğimde Hama şehrini de görmüştüm. Söz konusu saldırının izleri hâlâ vardı.)
Peki şimdi sormak gerekmiyor mu, Hama katliamının asıl failleri kimlerdir? Asıl suçlular kimlerdir?
Alınan yanlış bir karar ve İslâm’ın özüne mugayir verilen fetvalar bakın nelere mal oluyor!
Ne yazık ki, 2011 yılında aynı benzeri hata Suriye’de tekrar vizyona koyulmuş oldu. Merhum Mehmet Akif Ersoy’un dediği gibi: “Eğer ibret alınsaydı tarih tekerrür mü ederdi?”
Bu sefer ateş sadece Hama kentine değil, Suriye’nin her yanına düştü. Tekfirci gruplar aldıkları fetvalarla, insanlık dışı vahşilikte katliamlara giriştiler. İslâm dünyasının birçok yerinden gelen ruh hastası güruh sivil, kadın, çocuk ve yaşlı ayırımı yapmadan muhalif gördüklerini dehşet saçan yöntemlerle katliama giriştiler. Kimilerinin boynu palalarla vuruldu, kimilerinin boğazı koyun boğazlar gibi kesildi, kimileri benzinle yakıldı, kimileri suda boğuldu, kimileri başları kaldırım taşlarıyla ezilerek öldürüldü, kimileri araçların içlerine tıkıştırılarak bazokalarla imha edildi, kimileri binaların çatılarından atılarak katledildi. Ayrıca polis okuluna yapılan baskınla esir aldıkları 1500 küsur öğrenci bir nehrin kenarına götürülerek tek tek kafalarına sıkılan kurşunlarla nehre atıldılar. Öldürülen öğrencilerin kanıyla nehir kıpkızıl renge bürünmüştü...
Ve ne yazık ki, yaptıkları bütün bu vahşetlerin, işledikleri bütün bu cinayetlerin her bir çeşidi için ayrı ayrı fetvalar aldılar ve bu caniliği ibadet aşkıyla yaptılar...
Bakınız bir yanlış fetva nelere mal oluyor!
Sayın Ali Bulaç tefsirinde bu konuyu şöyle izah ediyor: “Her ne kadar Ebu Hanife ‘genelin menfaati veya muhtemel zararın önlenmesi için küçük bir grubun kısmi zararı göze alınabilir’ fikrini öne sürmüşse de, genelin menfaatinin nerede başlayıp nerede bittiği, zararın hangi ölçülerle tespit edilebileceği konuları kişilere, savaşan gruplara göre değişebileceğinden mümkün mertebe bu tür uygulamalardan kaçınmak gerekir. Nihayet İmâm Şafii ve İmâm Malik bu tür saldırılara cevaz vermemişlerdir.... Çağımızda da maalesef bir takım gruplar, belli stratejik hedeflerin imhası veya ele geçirilmesi ya da baskıcı bir rejimin devrilmesi icab ettiği gerekçesiyle kitlesel imha silahlarına hedef olabilecek masum sivillerin öldürülmesine, ülke içinde iç savaşın çıkmasına, milyonlarca insanın yurtlarında veya yurtlarından kaçarak başka ülkelerde mülteciler durumuna düşmesine cevaz vermekte, ‘öldürülen masum siviller, kadınlar, yaşlılar ve çocuklar nasılsa cennete gidecek, mağdur olan siviller de hak ettikleri sevabı alacak’ diye kendilerini rahatlatmaktadırlar.... bir rejimin devrilmesi uğruna yüzbinlerce insanın hayatına ve milyonlarca çaresiz insanın mülteci durumuna düşmesine mal olacak iç çatışma ve savaşlara cevaz verilemez” (Kur’an Dersleri, Meâl ve Tefsir: C. 6; S. 349-350. Ali Bulaç)
Suriye’de olup bitenleri iyi okuyabilmek için olayların başlangıç noktasına bakmak lazım! Hiç kuşkusuz olayların çıkış noktası verilen yanlış fetvalar ve bu fetvaları uygulamaya amade ruh hastası zır cahil bir güruh...
İnsanlık tarihinde, daha doğrusu Âdem aleyhiselamın oğlu Kabil’den bu yana hep şiddete teşne insanlar olagelmiştir. Önemli olan bu insanları eğitimle, kanunlarla ve fetvalarla zapturapt altına alabilmektir. Manifestolarına terör ve şiddeti en başat seçenek olarak koyan bazı örgütler müntesiplerini bu işe teşvik etmektedirler. Müslüman ülkelerin en büyük sorunlarından biri de budur. Bir zamanlar Türkiye’de neşvü nema bulan bir cemaatin lideri “Türkiye dar’ül harptir” diyerek “savaş hukuku” fetvasını veriyordu. Gerekçeleri ise şuydu: “Bir ülkede daha önce şeriat yasaları yürürlükte iken bir şekilde bu yasalar lağvedilirse o ülke işgal altındadır ve tekrar şeriat yasaları ikame edilmesi için müstevlilerle savaşmak farzdır.” 80’li yıllarda bu tür fetvalar verilerek Türkiye iç savaş sarmalına sokulmak istenmişti. O dönemde Mehmet Alagaş Hocamız bu tür fetvaların geçersiz olduğunu şöyle izah ediyordu: “Türkiye dar’ül harp değildir. Zira şeriat yasaları yürürlükten kaldırılalı üç dört kuşak geçmiştir ve toplum cahili yaşam biçimine entegre olmuştur. Şu halde bu toplumun irşad edilmeye ihtiyacı vardır. Burası “dar’ül harp” değil, olsa olsa “dar’ül cahiliye”dir. Cahiliye ortamında silahlı kalkışma değil, irşad ve tebliğ çalışması vacip ve farzdır.”
O dönemde “dar’ül harp” fetvası kabul görseydi tağuti düzenin askerine, polisine ve memuruna kurşun sıkmak mubah görülecekti. İşte Suriye’de olan bundan ibarettir. Tekfirci gruplar aldıkları bu tür fetvalardan yola çıkarak askere, polise ve devlet memurlarına kurşun sıkıp katliamlara giriştiler. Oysa o memurun, o askerin ve o polisin nüfus cüzdanında Müslüman yazmaktadır. Yani bunlar Müslüman ahalinin evlatlarıdır...
Somut bir örnek daha vermiş olalım: Bu satırları yazarken ara verip Cuma namazına gittim. Üç yıl kadar önce tanıştığım bir abi ile karşılaştım. Bu abinin başına geleni aynı cami cemaatinden bir kardeşimiz bana anlatınca o abi, bu abi olsa gerek diye düşündüm. Çünkü bu abi ile üç yıl önce tanıştığımızda bana bir oğlundan söz edip dert yanmıştı. Oğlu Suriye’ye gidip IŞİD’e katılmış ve yaralanıp geri gelmiş, tekrar gitmek istiyormuş, kendisine engel olmak isteyen babasını ise tekfir ediyormuş. Bu abiye kartımı verdim ve “mutlaka irtibatlaşalım, oğlunuzla ben konuşayım” dedim. Oğlu görüşmeyi kabul etmediği gibi babasına da olmadık hakaretler ve küfürle itham etmelerden sonra tekrar Suriye’nin yolunu tutuyor. Bu sefer kardeşini de yanına alarak gidiyor. Bir müddet sonra ikisinin de ölüm haberi geliyor. Bu hüznü, bu acıyı tarif etmek mümkün değil. Ne yazık ki, yüzlerce gencimiz bu şekilde Suriye’ye gittiler ve tekfirci grupların saflarında savaşırken öldürüldüler...
Yanlış din anlayışını empoze etmekle ve verdikleri yanlış fetvalarla nice gençlerin hem dünyalarını, hem ahiretlerini mahvettiler. Nice alim ve hoca diye bilinen zevat var ki, dine en büyük darbeyi bunlar vurmaktadır. “Yarım doktor candan eder, yarım hoca dinden eder” sözü ne kadar da doğru. Cehalet ve körü körüne taklit felaketlere sebebiyet vermektedir. Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’in birçok ayetinde, “Aklınızı kullanmaz mısınız?” (Enbiya:20) “Düşünmez misiniz?” (Nahl:44) “Aklını kullanmayanların üzerine pislik yağdırırım!” (Yunus:100) diyerek ikaz ve uyarılarda bulunmaktadır.
Ehl-i Beyt imâmlarımızdan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te şöyle bir uyarıda bulunulmaktadır: “Dininizi kimlerden öğrendiğinize dikkat edin.”
Müslüman bir şahsiyet dinini, Kur’an’ı yani İslâm’ı çok iyi bilmek durumundadır. Dinin buyrukları nelerdir? Rabbimiz bizden nasıl bir hayat yaşamamızı istiyor. Sevgili Peygamberimiz’in siretini ve sünnetini çok iyi bilmeliyiz. Bizim için rol model olan, bizim için “usvetun hasene” (güzel örnek) olan Allah Resulü’dür. Bize rehberlik, bize öğretmenlik yapacak âlimleri çok iyi seçmek durumundayız. Kur’an’ı da, sünneti de bize basiret kazandıracak yüce erdem sahibi âlimlerden öğrenmeliyiz. Ufku geniş âlimlere ittiba ve itibar etmeliyiz. Allah ile aldatanlardan uzak durmalıyız. Şeytan insana her yönden yaklaşmaktadır. Hikmet ve ferasete sahip olmayanlara şeytan sağdan yaklaşmaktadır. Din adına, ibadet aşkıyla yapılan nice ameller var ki sahibini cehenneme götürmektedir. Kişi Allah yolunda cihad ettiğini sanır oysa seri katil olmuştur farkında değildir. Tekfirci gruplara katılan nice iyi niyetli gençler hem dünyalarını, hem ahiretlerini mahvetmektedirler. Sonuç olarak baştan beri söz konusu etmiş olduğumuz hususlarda verilen fetvalara asla itibar edilmemelidir. Mevcut tağuti rejimi yıkıp İslâmî yasalara uygun bir devlet düzeni kurmak için silahlı mücadele vermek, terör eylemlerinde bulunmak, anarşi çıkarmak ve şiddete tevessül etmek asla caiz değildir. İrşad ve tebliğ çalışmaları ile halk bilinçlendirilmeli. Halkın şuur ve basiret seviyesi yükseltilmeli. Önce bireyler olarak, aileler olarak ve toplum olarak İslâm’ı yaşamalıyız. Birey, aile ve toplum olarak değiştiğimizde rejimi değiştirmek kolay olacaktır. “İslâm Devleti” bir nimettir. Allah Teâlâ nimeti hak edenlere verir. Nitekim Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Bir toplum kendi durumunu değiştirmedikçe Allah’da onların durumunu değiştirmez.” (Rad:11) “Eğer siz Allah’ın dinine yardım ederseniz, Allah’da size yardım eder ve ayaklarınızı yeryüzünde sabit ber kadem kolar.” (Muhammed:7)
Suriye’de tekfirci grupların yaptığı Allah’ın dinine yardım etmek değildir. Velev ki niyetleri bu olsa bile yapılanlar vahşetten başka bir şey değildir. Üstelik bu vahşetleri büyük şeytan ABD ve Siyonizm adına yapmaktadırlar fakat ne yazık ki farkında değiller. Yanlış fetvalar o güzelim Suriye’yi enkaz yığınına çevirdi ve bir milyon dolayında insanın ölmesine ve milyonlarca insanın mülteci olmasına sebebiyet verildi... (Ali Erdem)