Hacc’ın ardından bazı tespitlerim
Bundan evvelki iki yazımda da belirtmiş olduğum gibi Hacc ibadetini ifa için Medine ve Mekke şehirlerinde idim. İmkan dahilinde olmakla beraber ne bir devletin, ne bir kuruluşun davetlisi olarak kontenjandan bu ibadete gitmeyi istemedim. VIP olarak da gitmedim. Parasını kendi cebinden ödeyen en sıradan mevkide bir Diyanet hacısı olarak gittim. Yurdumun insanları ile, Adıyamanlı, Aksaraylı, Bayburtlu, Kırıkkaleli hacı emmilerle aynı odayı paylaşarak bir Hacc yaptım. Mesele bir ibadet değil de turistik bir seyahat olsa idi tabii ki her türlü daveti değerlendirilebilirdim. Lakin ibadet, kontenjandan olmazdı.
Meselenin dikey boyutuna evvelki iki yazımda kısmen da olsa temas etmiştim. Bugün ise biraz daha yatay yani maddi boyutuyla ilgili bazı tespitlerde bulunmak istiyorum. İslam dünyasında bürokratlar pek okumazlar. Binaenaleyh yine kendimiz çalıp kendimiz söyleyeceğiz ama olsun yerin kulağı vardır derler. Belki sözlerimizin bir faydası olur diye yine de biz sorumluluğumuzu yerine getirelim.
Her şeyden evvel Diyanet Hac organizasyonu genel hatları ile büyük bir organizasyon. Pek çok yönü başarılı. Gördüğüm bazı eksiklikler ise şunlar. Din görevlilerinin seçiminde daha dikkatli kriterler kullanmalı. Dini bilginin yanısıra aynı zamanda bir turist rehberi formatında da eğitim almalılar. Anadolu’nun ücra bir köşesinde bir köyde vazife yapan ve tabir caizse ilk defa uçağa binen bir din görevlisinin hem de İstanbul hacılarının başında gönderilmesi bazı amatörlüklere yol açıyor. Tabii benim daha evvelki yazılarımdan da hatırlarsınız ben “Din Adamı” ve “Din Görevlisi” ayrımında Din Adamı tarafında saf tutmuş birisiyim. Başta İran olmak üzere, Irak, Lübnan, Fas v.b. gibi ülkelerden gelen hacıların başında hep Din Adamlarının bulunduğunu görünce bu kanaatim daha da perçinlendi.
Gerek kalınan yerlerde ve gerekse Arafat’ta verilen kumanyalar gerçekten doyurucu idi. Lakin beslenme uzmanlarından profesyonel destek alınmış mı bilmiyorum verilen pek çok hazır gıdada glikoz, glüten yoğunluğu çok fazla idi. Kutu meyve suyunu incelediğim zaman bunda %10 meyve suyu vardır yazıyordu. Kutu taze fasulye pek çok kişiyi ishal etti. Herkesin toplu koğuş siteminde kaldığı bir yerde kuru fasulye çıkması yine bu bilgisizlikten kaynaklanmış olmalı. Sağlık hizmetleri mükemmele yakındı. Benden çok iyi not aldı. Bir de Diyanet ve diğer firmalar Hacılar daha gelmeden kalacakları yerlerdeki klimaların filtrelerini değiştirseler, temizleseler ve anti bakteriyel ilaçlama yapsalar kendilerine başvurular daha da azalır diye düşünüyorum. Zira şikayetlerin çoğu üst solunum yolu enfeksiyonlarından olmaktadır.
Ümmetin şu anki seviyesine bakarak bizim için “Green Hacc”, “Organik Hacc” gibi konseptlerin çok uzaklarda olduğunu söyleyebilirim. Binlerce PVC kutuları yerlerde. Nezafet hak getire. Zaten çöl ikliminin yüksek toz partikülleri içeren havasına kötü mazot kullanan otobüslerin hacıların yüzlerine püskürttükleri egzoz gazları da eklenince durum çok vahim boyutlara çıkmaktadır. Özellikle astım ve alerji hastalarına Allah yardım etsin..
Hacc meşakkattir, amenna. Fakat bu meşakkatin en aza indirilmesi hedeflenmelidir. Ben bütün teknolojik ilerlemelere rağmen Hacc ibadetinin asr-ı saadetteki meşakkatinin şimdikinden çok daha insani tahammül sınırları içerisinde olduğunu düşünüyorum. Şimdilerde meşakkat daha da artarak adeta eziyet haline gelmiştir. En büyük sıkıntı Arafat’a erken çıkış ve Müzdelife’den Mina’ya hacıların yürütülmesinde yaşanmakta. 6-7 km tutan bu yolculuğu yaşlı, kilolu v.b. gibi insanların perişan bir halde yürümeye zorlanmalarına şahit oldum. Din görevlileri onlarla mı ilgilensin grupla mı ilgilensin mahvoldular. Bu sebepten ben her gurubun başına konan 1 din görevlisinin (din adamı bulunamadığı için böyle söylüyorum) yanına bir tane de asistan verilmesi taraftarıyım. Bu kişi gençlerden, öğrencilerden seçilebilir. Din görevlisi olmak zorunda değil.
Korkum şu, Hacc’da meşakkatin artması zaman içerisinde Umre’nin onun yerine konulması problemini doğuracaktır. Yetkililerden aldığım istatistiki bilgiler de bu yönelimi doğruluyor.
Bindiğim bir taksinin şoförü Mekke’nin yerlisi olduğunu söyledi. Bana “Siz niye bu kadar eziyetli ve de pahalı Hacc yapıyorsunuz anlamıyorum” dedi. “Biz Müzdelife’den Mina’ya trenle geçiyoruz sizi niye yürütüyorlar?” diye sordu. Cevabını ben de bilmiyorum dedim. Ödenen ücretleri de duyunca şaşkınlığı daha da arttı.
Medine nispeten daha düzenli. Fakat aynı şeyi Mekke için söyleyemiyorum. Eskiden etraf belki daha düzensizdi ama beş yıldızlı otel de vardı bir yıldızlı da. Lokantalar vardı. Yani maddi durumu müsait olmayan insanlar da Kabe’ye yürüme mesafesinde bir lokasyonda ikamet edebilmekteydi. Zengin fakir ayrımı çok önde değildi. Kimse kimseye bakmazdı. Şimdi ise ön sıralar tamamen 5 yıldızlı oteller tarafından ele geçirilmiş. Yıldız sayısı da Kabe’ye uzaklıkla ölçülür olmuş. Sıradan Hacılar en az 5 km yürümek zorundalar. “Kabe Ayaklarınızın Altında (?)” sloganıyla pazarlanan yakın yerlerde kalanlara gıpta ile bakanlar çoğalmış.
Her şeyden evvel “Kutsal”, “Ruhani” ve “Manevi” olanın mahiyeti ve tarifi bizim yerli modernistlerde olduğu gibi onların fikir babaları Vahhabilerde de ciddi bir problem. O açıdan Kabe’nin kutsaldan soyulması (desacralisation) sürecini etrafına diktikleri gökdelenlerle ve plazalarla yürütmekte olduklarını bir türlü anlayamamaktadırlar. Osmanlı Sufi İslamının edebinde Kabe’den daha yüksek bir şey yapılmaması dikkatin oradan başka yere çelinmemesi içindi. Şimdi ise saat kulesi Kabe’den daha büyük ve ihtişamlı olarak o ibadet mekanını adeta eziyor, öldürüyor. Tıpkı İstanbul’a dikilen gökdelenlerin bu şehrin ruhunu öldürmesi gibi. Sorunun kökeni aynı, politik İslamcılığın genel “ruh” problemine bağlı olarak bu durumda “şehrin ruhu” problemi.
Harem’in tezyinatı biten bölümlerinde Endülüs Mağrib tarzı öne çıkıyor. Bence geleneğimizin önemli bir mimari tarzı olması hasebiyle Endülüs tarzı çok da güzel olmuş. İşçilik gayet güzel. Selefi akaidin her türlü tezyinata karşı duruşu ile proleter ilahiyatçıların burjuva estetiği lafları burada sökmemiş. Mecburen bir iç mimari ekolüne bağlanmaları gerekince Arap mirası olarak görülen Endülüs mimarisi imdata yetişmiş. Zaten Zemzem Tower’a cevaz veren bir anlayışın buna laf söylemesi gülünç olurdu.
Bir eksik, eskiden Kabe’ye bakarak murakaba edebileceğiniz kenarda köşede bazı inziva köşeleri olurdu. Onlar kalmamış. Şimdi her şey ortada. Sakin kalacağınız bir köşe kalmamış. Tavaf yap ve çık git anlayışı hakim olmuş.
Bu arada belki bazılarınızı kızdıracak bir tespitimi de paylaşmak istiyorum. O da Osmanlı Revâkları meselesi. Dostlar, her bir mimari tarz bir bütüne aittir ve ancak o bütün ile bir anlam kazanır. Şu an Harem’de yürütülmekte olan projede Osmanlı konseptine dair hiçbir şey yoktur. Bu durumda orada bizi okşamak için konulan yüz-ikiyüz metrelik Osmanlı revâkı bence çok sırıtmaktadır. Üstelik yeni bölümlerin yükseklik ölçülerine uymadığı için ara katta kalmakta ve ikinci katın bazı bölümlerinden Kabe’nin müşahedesine mani olmaktadır. Fakat Medine’de durum farklıdır. Ravza’nın ana çekirdeğini oluşturan esas bölüm tamamıyla Osmanlı mimarisi olunca burada bir bütünlük göze çarpmaktadır. İlave edilen bölümlerin burada da Endülüs tarzı olması ikisi bir arada kullanılmadığı için bir sorun teşkil etmemektedir.
İlerideki yıllarda daha feyizli, daha maneviyatlı, daha huzurlu, daha sağlıklı, daha organik, daha çevreci bir Hacc niyazıyla..
(Yeni Şafak)