Stratejik Derinliğin ötesinde
Stratejik derinliğimiz o kadar uçsuz bucaksız ki her gün yeni bir boyut keşfediyor, güne yeni bir krizle uyanıyoruz. Bu derinlik Allah’ın her günü başımıza yeni bir iş açıyor. Keşke stratejik yüzeyselliğimiz olsaydı daha mı iyi olur mu diye bazen düşünmeden edemiyor insan...
İsterseniz Tarantino sineması gibi biraz geri dönüşler yapalım....
“Arap Baharı” ilk başladığında akıntıya karşı kürek çekmenin ne kadar hatalı bir şey olduğunu söylemişti dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu. Yıl 2011’di. Bir de eklemişti: Mevcut rejimler bölgenin doğal seyrine aykırı olarak inşa edilen yapılardır. “Arap Baharı”, tarihin tersine akışına bir son verecekti. Arap dünyasındaki yönetimler halklarla buluşacak, kesintiye uğramış süreç yeniden başladığı yere geri dönecekti.
Tabii Davutoğlu’nun yaklaşımını iki şekilde anlamak mümkün… İlki Davutoğlu, bölgedeki yönetimlerin halkın değerleriyle çatışan yapıları nedeniyle bir şekilde doğal değişim seyrinden uzaklaştığını ima ediyor, bölgede oluşturdukları yapay sınırlar çerçevesinde halku zaptu rapt altına alarak zoraki bir modernleşmenin, deli gömleğinin halka zorla giydirildiğini ima ediyor olabilir. Buradan hareketle bölgede yaşanan Arap isyanları dalgasının İslami hareketleri iktidara taşıyarak bölgede önemli bir açılım sağladığını ifade etmiş olabilir.
Bir diğer ima ise Arap halklarının Osmanlı hâkimiyetinden kopması ve bu kopmanın bölgenin doğal akışını olumsuz etkilemesi nedeniyle Arapların yeniden, merkezinde Türkiye’nin bulunduğu Osmanlı benzeri bir yapının çatısı altında geri dönüşle ilgili olabilir. Şayet bu ima ediliyorsa bu “îmâ”nın tarihsel olayları güncel siyasi çıkarların hizmetine verme mantığının bir uzantısı olduğunu, Osmanlı mirasını kendi hegemonik amaçları uğrunda kullanmayı hedeflediğini söylemeye gerek yok.
Bunlardan birincisini ima ettiğini düşünüp iyi niyetle yorumlama yapalım ama ortada daha büyük bir sorun var.
Bir planı, projesi olmayan, ütopyalarının peşinde koşmayı devlet adamlığı zanneden siyasetçiler, Arap isyanlarında kendi rüyalarını tahakkuk ettirecek fırsatlardan başka bir şey görmemekte.
Yanıldığımız gün gibi aşikâr. Zira “Arap Baharı” denilen şeyin geldiği nokta ortada…
Plan ya da proje devlet adamlarının ütopyalar/rüyalar ise idelologların işidir, aradaki fark bu. Rüyalarımız varsa bile bunları kendimize saklamalıyız, zira bu kişisel bir şeydir. Ancak plan, proje toplumsaldır, uygulama imkânı olan bir şeydir. Lider olmanın ön şartı, bu ikisinin arasını ayırt edebilmektir.
Uluslararası ilişkilerde hülyalar tehlikelidir de. Hele bu hayalin gerçekleştirilebilme imkânı varsa rüyalar daha da tehlikelidir. Hitler’in ve Mussolini’nin sonu, ütopyaların toplumların ve milletlerin iradesine rağmen, askeri stratejilerle hayata geçirildiğinde söz konusu ülkeleri nasıl felaketlere sürüklediğinin örnekleriyle dolu... Uyulanabilirliği olan projeler, jeostratejiyle, mevcut sistem içerisindeki aktörlerin rızasıyla bütünleştiğinde başarı şansı yakalar; söz konusu projelerinizin arkasında kendi milletiniz dahi durmuyor tersine bunu macera olarak görüyorsa, üstüne üstlük planlarınızı hayata geçirebilecek diplomatik, siyasi ve ekonomik enstrümanlardan da yoksunsanız... Hala o hülyaların arkasından gitmekte ısrar ederseniz... O zaman bundan 4 yıl önce bizzat sizin ifade ettiğiniz gibi akıntıya karşı kürek çekmiş olmaz mısınız?
Galiba bir de duyguların, ideolojik pozisyonların devletin makro politikalarına uyarlanması noktasında bir uyumsuzluk, ne bileyim bir koordinasyonsuzluk sorunu da var. AK Parti tabanında ve tavanında Filistin meselesinden tutun da Mısır, Suriye ve Arap İslam coğrafyasının diğer bölgelerine ilişkin müspet yönelimlerin devlet politikasına dönüştürülmesinde zorlanmalar yaşanıyor. Bunun bir kaç biçimde izahı olabilir
Bir de şu var tabii... AK Parti’nin Milli görüş çizgisiyle örtüşen siyasetlerini hayata geçirebilecek, ona ruh ve soluk verecek, bu siyasetlere ontolojik bir gerçeklik kazandıracak kadrolarının bulunmadığını teslim etmek gerekiyor ancak, bu şık ancak gerçekçi ve adalatten yana bir politik çizgi takip etme iradesi söz konusu olduğunda bir mazeret olarak kabul edilebilir. Yok kardeşim n’apalım deyip boynumuzu büker otururuz aşağı...
Ama bu iradenin varlığı oldukça tartışma götürür...
Öte yandan kayırmacılık, torpil, dürüst insanlarla iş yapmaya yanaşmama gibi bir takım nedenlerden dolayı kifayetsiz, dürüst olmayan, farklı bağlılıklar içinde olan, ilişkilerinde şüpheli tiplerle iş yapma eğilimi de bu noktada etkili olmuş olabilir. Sonuç olarak her ne olursa olsun dış politikada yetişmiş insan sorunu ve ilkesiz siyasetlerin belirleyici olduğu bir eksen kayması hali yaşandığı kesin. (İslami Analiz)