Mezhep Taassubu ve Birlik Olmanın Zarureti
İslâm dünyası açısından ne acı bir durumdur ki, hâlâ ümmet bünyesinde Emevi narkozlamasının tesirinde olan sözüm ona âlim diye geçinen şahıslar var. Bir de bu âlim müsvettelerinin tesirinde kalan yığınlar var.
Emevilerin en belirgin özelliği Ehl-i Beyt düşmanı olmalarıydı. Bu düşmanlıklarını İmâm Ali'ye karşı Siffin Savaşı'nı başlatmakla ortaya koydular.. Sonra Muaviye'nin oğlu Yezid Kerbelâ katliamını gerçekleştirdi.
Ehl-i Beyt adına yönetimi ele geçiren Abbasilere bakıyoruz, onlar da Emeviler gibi Ehl-i Beyt ve müntesiplerine zulmediyor.
Ehl-i Beyt'in zulüm ve düşmanlıklara maruz kalmalarının tek nedeni İslâm'ın yegâne temsilcileri olmalarıydı. Dolayısıyla Ehl-i Beyt'e düşmanlığın temelinde İslâm'a düşmanlık yatıyordu. Bu vecihle, Emevi ve Abbasiler iktidarları boyunca aleni olarak dine savaş açmak yerine dini değerlerin tahrifine yönelmişlerdi. Öyle ki açık açık dine savaş açmaya yeltenseler hiç kuşkusuz Müslümanlardan tepki göreceklerdi. Bu nedenle sinsiliği tercih edip, bir taraftan insanlar nezdinde itibarlarını koruma adına dine saygılı gözükmeye çalışıyorlar, diğer taraftan da kendi saltanatlarını meşrulaştıracak din anlayışını saray mollaları vasıtasıyla halka empoze etmeye çalışıyorlar. Ne yazık ki, bu konuda muvaffak da oldular. Saraylara yerleşen din tacirleri Emeviler adına öyle bir din anlayışını halka sunuyorlardı ki, insanlar namaz, oruç, hac ve zekât gibi münferiden yapılan temel ibadetleri büyük bir hassasiyet ve iştiyakla yerine getiriyor fakat dinin siyasi ve hukuki yönü, yani dinin kamusal alana tekabül eden hükümleri es geçiliyor ve asla insanların gündemlerini meşgul etmiyordu. Halka, "kim olurlarsa olsunlar, nasıl yönetiyor olurlarsa olsunlar, hatta fasık ve zalim de olsalar yöneticilerinize itaat edin" anlayışı empoze ediliyordu. Saray dışında oluşmuş fıkhi ekollere el atıp onları da tesirsiz hâle getirdiler. İmâm Malik zindanda katledildi. İmâm Hanife işkencelere maruz kaldı. Onlar zalim yöneticilerle uzlaşmaya yanaşmayan şahsiyet ve İzzet sahibi âlimlerdi. Fakat sonraları İmâm Yusuf ve İmâm Muhammed gibi mezhep imâmlarının bazı talebeleri saraylara yerleşip sultanların arzusuna uygun din anlayışını halka sunmaya koyuldular. Halkın büyük ekseriyeti sultanların meşru gördüğü mezheplere angaje oldular. Ehl-i Beyt müntesipleri ise sultanların kolluk kuvvetleri tarafından sürek avına tutulmuşlardı. Yakalandıkları yerde işkencelerden geçirilerek katlediliyorlardı. Ayrıca bizzat Ehl-i Beyt imâmlarına da zehirleme yöntemleriyle suikastler düzenliyorlardı.
Oysa Yüce Rabbimiz risalet misyonunun yegâne temsilcileri olan Ehl-i Beyt imâmlarını mutahhar kılarak 33:33) İslâm ümmetine rehberlik etme misyonunu onlara tevdi etmişti. Üstelik bu nezih kılınan imâmlarımıza bağlılığı "sevgi ve içtenlik" olguları ile tahkim etmemiz istenmişti.
"..İman edip dünya ve âhiret için yararlı işler yapanlar ise cennet bahçelerinde olacaklar. Onlar için rableri katında istedikleri her şey vardır. İşte büyük lütuf ve müjde budur. Ey Resulüm de ki: 'Bu tebliğime karşılık bir ücret istemiyorum. Ancak yakınlarıma (Ehl-i Beyt'ime) meveddet (sevgi - bağlılık) göstermenizi istiyorum." (Şura:22-23)
Hiç kuşkusuz, dünya ve ahiret için yararlı işler yapabilmemiz Kur'an ve Sevgili Peygamberimiz'in siretine ve sünnetine uymamızla mümkündür. Bunun en sağlıklı yolu ise Ehl-i Beyt imâmlarını kendimize rehber ve öğretmen edinmemizle mümkündür. Zira Allah Resulü'nün siretini ve sünnetini mota mot bilen ve yaşayan ev halkıydı. Nitekim Sevgili Peygamberimiz, "Yaşayan Ku'ân görmek isteyen Ali'ye baksın." diyerek bu gerçeği ibraz etmişti. Ayrıca buna ek olarak, "Ben ilmin şehri isem, kapısı da Ali'dir. Bana ulaşmak isteyen o kapıdan gelsin." diye buyurarak biz ümmetine adres bildirmiş bulunmaktadır.
Zaten onların mutahhar kılınmasının hikmeti de bu gerçeğe mebni olarak karşımıza çıkmaktadır. Fakat ne yazık ki, bu ümmet tarih boyunca onların ilminden, onların fıkhi sorunlara verecekleri aydınlatıcı cevaplardan ve adalet temeline dayalı siyasi rehberliklerinden gereği gibi yararlanamadı.
Ehl-i Sünnet diye kendilerini tanımlayan Müslümanlar ise onları "manevi rehber" olarak konumlandırdılar. Siyaseti ise kirli bir alan olarak görüp o işi zalim sultanlara tevdi ettiler. Ancak ne yazık ki bu yaklaşım, zalim yöneticileri legal hâle getirip onlara itaat etmeyi meşrulaştırma yönteminden başka bir şey değildi. Hâl böyle olunca zaman ve süreç içinde kendilerini Ehl- Sünnet olarak tanımlayan Müslümanlar Ehl-i Beyt imâmlarının manevi rehberliklerinin yerine bir takım şeyhleri - şıhları, bir takım tarikat liderlerini kendilerine mürşid, veli ve rehber edindi. Ve öyle bir zaman geldi ki, Sünni dünyada Ehl-i Beyt'in esamesi okunmaz oldu.
Oysa Sevgili Peygamberimiz, "Benim Ehl-i Beyt'im Nuh'un gemisi gibidir, ona sığınan kuruluşa erer, arkasını dönen helâk olur" diye buyurarak ümmetini ikaz edip uyarmış ki, bu ümmet mutahhar olmayanları kendilerine rehber edinmesinler..
Ama ne yazık ki, bu ümmetin büyük ekseriyeti mutahhar olanı değil de yanılabilir olanı kendisine rehber edindi, onlardan fıkhı öğrendiler ve öğrendikleri bu fıkhı "tabu" hâline getirdiler. Bir zamanlar 80-100 dolayında olan fıkhi ekollerin (mezheplerin) sayısı ve müntesipleri azalınca bunu dört ile sınırlandırdılar. Ve şöyle bir söylem geliştirdiler: "Ehl-i Sünnet mezhepleri dörttür. Bunlar hak mezheptir, bunların dışında olanlar batıl mezheplerdir." Burada en büyük çelişki "hak" tanımında geçmektedir. İster terminolojik olarak, ister dini kriter olarak olsun "hak" kavramı "mutlak doğru" anlamına gelmektedir. Mutlak doğru ise, Kur'ân ayetleri ve Kur'an ayetleri ile örtüşen sahih hadislerdir. Bunun dışında fıkhi çıkarsama olan içtihatlar ve bu içtihatların tasnifi ile oluşmuş fıkhi ekoller (mezhepler) asla mutlak doğruyu ve dolayısıyla mutlak hakkı temsil edemezler. Bunlara "hak" demek aslında kişiyi küfre sokar. Hiçbir mezhep imamı ve hiçbir müçtehid vermiş olduğu fetvaya - yapmış olduğu içtihada "hak budur, mutlak doğru budur" dememiş. "Bu benim kişisel çıkarsamam ve kişisel kanaatimdir, yanılabilir veya doğruya isabet etmiş olabilirim. Buna isteyen uyar, isteyen uymaz. Kimseyi bu vermiş olduğum fetvalara uymayı icbar edemem" demişlerdir.
Peki hâl böyle iken nasıl olur da bu ekoller mutlak doğrunun ve hakkın yegâne temsilcisi olarak tanıtılır ve bunların dışındakilere "dalalet ehli" denilerek dışlanır ve tekfir edilir?
Bu yaklaşım akidevi olarak bu kadar tehlikeli iken hâlâ bunlara "hak" demekte ısrar etmek ve bunların dışında olan ekol ve mezhepleri batıl ehli deyip tekfir etmek ne ile izah edilebilir?
Özellikle Ehl-i Beyt ekolü ve Şiî Müslümanlar bir kesim cemaat temsilcisi ve avanesi tarafından dışlanmakta, ötekileştirilmekte ve hatta tekfir dahi edilmektedirler.
Baştan beri ifade etmek istediğimiz o ki, Kur'ân ve Sünnete uymayan böyle bir yaklaşım asla caiz değildir ve bu bir mezhep taassubudur. Ayrıca böylesi yaklaşım sergileyenler akidelerini tehlikeye sokmaktadırlar.
Bakınız dışlanan, ötekileştirilen ve tekfirle itham edilen bu insanlar Sünni kardeşlerimizle aynı kıbleye yöneliyor, aynı Allah'a secde ediyor, aynı Peygambere, aynı kitaba inanıyor. Bunlar da içkiye, kumara, domuz etine, faize ve zinaya haram diyor. O hâlde sorun nerede? Şimdi bunlar namaz kılarken el bağlamıyor diye tekfir mi edilmeli? Oysa Malikiler de el bağlamıyor. O hâlde bu insanlar hangi gerekçe ve hangi saikle tekfir ediliyorlar? Oysa insanlar mezhebi farklılıklardan dolayı asla tekfir edilemezler. Hatta Ebu Hanife buyuruyor ki: "Bir insanda 99 küfür alameti görseniz, buna mukabil o kişide 1 tane iman alameti görseniz ona Müslüman muamelesi yapınız." Şu hâlde bu hükmün hilafına nasıl bir taassup sergilenir de Ehl-i Kıble tekfir edilir? Oysa Ehl-i Sünnet dünyasında en temel prensiptir: "Ehl-i Kıble tekfir edilemez.
Rabbimiz ne güzel buyuruyor: "Ancak Müslümanlar kardeştir." (Hucurat:10) Sevgili Peygamberimiz de ikaz mahiyetinde buyuruyor ki: "İmân etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe imkân etmiş olamazsınız." Peki bundan daha ötesi var mı? Hangi cüretle hâlâ Ehl-i Beyt muhibbi Müslümanlar dışlanır, ötekileştirilir ve hatta tekfir edilir?
Rabbimiz ne güzel buyuruyor: "Hayırda yarışınız." (Bakara:148) Yine bir başka ayet-i kerimede: "Siz insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz. İyi olanı tesis eder, kötü olanı bertaraf edersiniz." (AL-İ İmrân:110)
Gelin şu hâlde Şiî'si ile Sünni'si ile elbirlik olup yeryüzünde iyiliklerin, hakkın ve adaletin tesisi için ve kötülüklerin, Firavuni düzenlerin bertaraf edilmesi için "kurşunla kaynatılmış duvar gibi" (Saf:4) kenetlenerek mücadele edelim. Allah Teâlâ birlik olmayı emrediyor: "Hep birlikte Allah’ın ipine sarılın; bölünüp parçalanmayın. Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın.." (Al-i İmrân:103)
"Allah ve resulüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin, sonra zayıflarsınız, gücünüz - devletiniz gider. Sabredin, kuşkusuz Allah sabredenleri sever." (Enfal:46)
"Dinlerini parça parça eden ve kendileri de değişik gruplara ayrılan kimselerle senin bir ilişiğin yoktur. Onların işleri Allah'ladır ve sonra O kendilerine ne yaptıklarını bildirir." (En'âm:159)
Bugünkü İslâm ümmetinin hâline bir bakın! Lokal olarak çeşitli cemaat ve gruplara bölünmüş vaziyetteler. Cemaat ve tarikatlar bir birlerini sevmez, birbirlerinin aleyhinde konuşur, birbirlerine husumet beslerler. "Dinlerini parçalayıp gruplaşanlardan olmayın. Her grup, müntesbi olduğu cemaat ile övünüp durur." (Rûm:32) Uluslararası arenada ise ümmet 57 devlete bölünmüş vaziyette. Bu nedenledşr ki Müslümanların dünya sahnesinde hiçbir etkin ve yaptırım gücü yok?
Oysa birlikten, dayanışmadan kuvvet doğar. Emperyalist ülkeler bugüne kadar etnik kökenlerimizin farklılığını kullanarak bizi birbirimize kırdırdı. Şimdi ise mezhep kışkırtıcılığı yaparak Şiî ve Sünni Müslümanlarını birbirine kırdırmanın plânını yapıyor. Bunu yapmasının tek nedeni sömürü düzenini devam ettirmek. Büyük şeytan ABD'nin bölgemizde yapıp ettiği zulüm, katliam ve melanetleri görüyorsunuz! Trump, "Ben petrolü çok seviyorum, askerlerimizi bu yüzden orada tutuyoruz" diyor.
Böyle mi olmalıydı? Az önce söz konusu ettiğimiz Al-i İmran Suresi'nin 110'ncu ayetinin gereği olarak biz dünya insanlığına örnek olacak şekilde iyi işler yapmalıydık, değerlerimize, petrolümüze, kaynaklarımıza sahip çıkmalıydık, mütegallibenin işgaline son vermeliydik, kötülükleri bertaraf etmeliydik. Kısacası insanlarımızın güvenliğini, huzurunu ve refahını temin edip "müellefe-i kûlub" olan dünya insanlığına da medeniyet ve uygarlığımızdan istifade imkânı sunmalıydık. Ama bunun tam tersi olarak ümmetin başındaki nice nam-ı diğer Firavun'lar bize Batı'nın kokuşmuş medeniyetini getirdiler. Müstevlilere topraklarımızı açtılar. Onlar da ellerini - kollarını sallayarak topraklarımıza yerleştiler. NATO'su ile, askeri birlikleri ile gelip topraklarımıza çöreklendiler. Zenginliklerimizi hortumluyorlar. Biz de avazımız çıktığı kadar bağırıyoruz, "İncirlik kapatılsın, Kürecik kapatılsın, NATO'dan çıkalım." Hadi şimdi kov kovabilirsen, hadi şimdi çık çıkabilirsen!. Elbette her siyasi lider Merhum Erbakan gibi dirayet gösteremiyor ki 1974 senesinde olduğu gibi ABD ve NATO üslerine el koysun.. Merhum Erbakan diyordu ki: "Tek çare İslâm Birliği." Bu aynı zamanda imâni vecibedir. Bu birlik sağlanmadığından dolayı ümmet "sosyal şirk" içerisinde bulunmaktadır. Rabbim bizleri bu durumdan kurtarsın ve ümmetin başındaki yöneticilere basiret versin... (islamianaliz)